
“Bir porsiyon pirzola + beyaz peynir ve kavun
(veya 4 çeşit meze) 30 TL.
RAKI SİZDEN HİZMET BİZDEN”
“Tamam” dedim içimden “arkadaşımın bana övgüyle bahsettiği mekân burası”.
Bir ay kadar önce, gençlik arkadaşlarımdan birisi ile laflarken “baraj gölü kıyısında derme-çatma bir pirzolacı var, tavsiye ederim, şatafatlı lokantalara kesilme, rakını al git keyfine bak, hem de orası şehre göre üç-beş derece serin oluyor” demiş ve nerede olduğunu bana tarif etmişti.
İşim dolayısı ile, yazlığa giden ev ahalisine katılamamıştım. “Yaz bekârı”nı oynuyordum açıkçası. Evde tek başıma oturup da ne yapacaktım ki? Aklıma bu salaş lokanta geldi (lokanta demek biraz fazla oldu ama neyse) ve arabama atlayıp orasını görmek istedim. Henüz in-cin top oynuyordu, arabayı rast gele bir yere park edip “Selâm” dedim elindeki saplı süpürge ile yerleri süpürmekte olan gence.
– Açık mısınız?
– Açığız tabi de bu saatte pirzola yok henüz, biraz karartı çökmeden mangal yanmaz yani.
– E meze vardır zâhir?
– Var abi, dolapta hepsi.
Elinde birkaç deste maydanoz, nâne ve yeşil soğan olan birisi belirdi yanımızda. Gençle konuşurken onun geldiğini fark etmemiştim. Başında tarım makineleri üreten bir firmanın amblemi basılı bir kep, belinde yer yer lekeli, rengi beyazdan sütlü kahveye dönmüş bir önlük olan yaşlıca adam oranın sahibi olmalıydı. Öyleymiş.
– Hoş geldin bey!
– Hoş bulduk, da rakı filan getirmedim ben. Oturacak olursam gidip rakı mı alıp gelmeliyim?
– Seni yorar mıyız bey? Oğlum, İhsan… heyy İhsan sana diyorum. Kap gel bey abiye bir rakı. Rakı fiyatı tekel büfesinde neyse odur, biz kâr katmıyoruz. İhsan elindeki süpürgeyi bırakıp, isteksiz isteksiz,
– Bir küçük yeter mi abi? dedi.
– Fazla olur, bulursan bir yirmilik al, varsa Tekirdağ olsun. Parayı verdim, sallana sallana gitti.
– Gel buraya otur bey, burası az sonra iyi eser, dedi patron. Adım Hulûsi, seslen gelirim. Gösterdiği masaya oturdum.
Gölün kıyısına konmuş dört masa, masaların üzerinde derme-çatma bir gölgelik, birkaç uzun ayaklı mangal ve elektriğini taa arkalardaki bir komşu evden uzatma kablosu ile alan bir buzdolabı… al sona lokanta!
Akşamın son ışıkları göl suları üzerinde raks ederken oturmuş karşıki tepeleri seyrediyordum. Yazın hiç yağmur yağmayan bir yerde, hem de yazın tam ortasında, o ağaçlar nasıl bu kadar yeşil kalabiliyordu?
– Bir dakka bey, kolunu kaldır bi zaamet de şu kââdı masaya serelim.
Hulûsiydi. Önceden masa ebadına göre kesilmiş beyaz ambalaj kağıdını sermek istiyordu. Kağıdı serdi, eğildi yerden her biri el büyüklüğünde dört taş alıp masanın dört köşesine koydu. “Yoksa birazdan yel eser, üstündekilerinen barabar uçar gider bu kâât” dedi ve sordu;
– Pirzola mangalın yanmasını bekleyecek. Meze mi, peynir-kavun mu?
– Beyaz peynirin tuz durumu? Çok mu?
– Normal, hiç kimse çok duzlu diye laf etmedi.
– İyi, peynir-kavun olsun o zaman.
– Rakıya buz?
– İsterim, hele rakı gelsin de. Çok mu uzağa gitti bu çocuk?
– Akraba çocuğu olmasa yanımda tutmam da, bakma işte… ağırdır biraz.
Neyse, rakı geldi. Boş bardaklara baktım; Allah var pırıl pırıl. İlk yudumu alırken bir de müzik başladı. Hem de Zeki Müren, hem de “Bir muhabbet kuşu”nu söylüyor o ilk zamanki gevrek, pamuk şekeri sesi ile! “Hakikaten burada mutluluk varmış be!” dedim kendi kendime. Hulûsi mangal yakmakla meşguldu, İhsan’ın ise ne yaptığı belli değildi, bir o yana bir yana gidip geliyordu. Yudumlar ve şarkılar peşpeşe devam edince erken gelmiş olmaktan duyduğum üzüntünün hafiflediğini fark ettim. Hele bir de rüzgâr esemeye başlayınca… değmeyin gitsindi keyfime!
– Selâmın aleyküm, dedi birisi yan taraftan. Döndüm,
– Ve aleyküm selâm, dedim, yan masanın başında dikilen adama.
İhsan elindeki bezle adamın oturacağı tahta iskemleyi siliyor, adam da onu bekliyordu.
– Her zamanki gibi mi Nûri abi? dedi İhsan.
– He, aynen.
Benim sandalyem silinmemişti! Bu ihmalkârlığa içerler gibi oldumsa da, dikkatimi çekti, adı Nûri olan o adamın masasına ambalaj kağıdı serilmedi. Yani sonuçta ona bir ayrıcalık yapmamışlardı. Rahatladım; adamın sandalye tozuna takıntısı olmalıydı. Haydaa, bu sefer de Hulûsi geldi, yarısı dolu bir yetmişlik Yeni Rakı şişesini koydu adamın masasına. Yine bozuldum; hani rakı dışarıdan alınıyordu? Ama yine yanılmışım! Meğer o yarım şişe rakı “Nûri Aabi”lerinin bir önceki gelişinden arta kalanmış! Hulûsi “Valla dolapta sakladık Nûri abi, bak buz gibi” deyince olayı çözdüm. Yani ben de birkaç defa gelsem, bu sıcak ve samimi ortamın bir parçası olacaktım. Karar verdim; gelecektim!
İlk yudumunu alırken Nûri bana döndü, elinde sek rakı olan kadehini kaldırdı “sağlığına gardaş” dedi. Ben de bardağımla onu selâmlayıp bir yudum aldım. Nûri önce sek rakıdan bir yudum alıyor ondan sonra buzlu su dolu bardaktan bir yudum çekiyor ve sonra hepsini aynı anda yutuyordu. Hiç denememiştim. Belki onun da keyfi başkaydı. Derken İhsan gitti, biten kasetin yerine yeni bir kaset taktı kasetçalara. Evet, bunlar CD, flaş disk filan değil, resmen eski kasetleri kullanıyorlardı. Hoşuma gitti.
Ahaa! İlk şarkı Raj Kapoor’un filminde söylenen “Avara mu” şarkısı! Bayılırım! Allahtan başka bir şey istesem olmazdı! (Aslı Awara Hoon’muş, ve bizim zannetiğimiz gibi Raj Kapoor söylemiyormuş ve de bestekârı Shankar Jaikishan’mış. Üstelik bu şarkının film için yapılmadığı, filmin bu şarkı için yapıldığı söylenir, ki bence doğrudur; zira, aradan onlarca yıl geçmesine rağmen filmin konusunu tam hatırlayamayız ama bir kelimesini bile bilmediğimiz bu Hintçe şarkıyı kıyısından köşesinden mırıldanırız. Yani, şarkının filmin önüne geçmiş olması tartışılmaz bir gerçektir).
Daha şarkının şerefine kadeh kaldıracak kadar zaman geçmemişti ki Nûri bağırdı,
– Lan İhsan! Kapat oğlum bu şarkıyı, başka bir kaset tak!
Bozuldum. Sempati duymaya başladığım bu adamdan böyle bir hareket beklemiyordum. Yine de “Lâ Havle” çekip,
– Nûri bey, dedim, Avare şarkısını sevmiyor musun? (Siz’li konuşmayı bırakmıştım artık, öyle ya, gıcık almıştım bir kere).
– Bana döndü, söyleyeceği kelimeleri bulmak için zaman kazanmaya çalışırcasına uzun uzun baktı ve,
– Ne sevmemesi be gardaş! Ölürüm, ölürüm!
– Eee? O zaman neden kapattırdın? Bir eline rakı bardağını, diğerine buzlu su bardağını aldı, benim masama koydu, döndü sandalyesini çekti ve yanıma oturdu.
– Sen, dedi, Adanalı’mısın gardaş?
– Heye, Adana’lıyım.
– Yazlık İstiklâl Sinemasını da bilin herhal.
– Bilmem mi, dedim, işte bu Avare şarkısının filmini orada seyretmiştim.
– Hah, bak işte; ben yedi gün üst üste o sinemaya gidip Avareyi seyrettim. Bu şarkının sözlerini de taa o vakıt ezberledim.
Nuri belli ki benden ya bir yaş küçük ya da bir yaş büyüktü.
– Senin ev neredeydi Nuri kardeş?
– Hurmalı’da.
– Bizimki İstiklâl mahallesiydi ama Hurmalı Mahallesine komşuyduk. Kimlerdensin?
– Askeroğlu derler. Büyük bir sülâle değildir ama mahallenin yarısını doldurur yani.
– Faruk Askeroğlu neyin olur?
– Öz be öz emmimin oğluydu, da… vefat etti iki sene önce.
– Vay beee! Sınıf arkadaşımdı yahu! Başın sağ olsun Nuri kardeş.
– Sen sağ ol!
– Eee, şimdi bu Avare şarkısının sende kötü bir anısı mı var? Durdu… yutkundu,
– Gardaş be, vaktın var deel mi? O zaman bana gulak ver.
Bu avare şarkısının söylendiği yıllar anam hayattaydı, babam, ablam hep hayattaydı. Ezberledim deyi de ikide bir bana söyletirlerdi. Zengin değildik. Gerçi kaç zengin vardı ki o vakıtlar? Ama düşünüyorum da hep mutluyduk be ağa! Okula tahta çantalarınan giderdik, doğru dürüst kalem yok, defter yok… Ama öğrenirdik be ağa! Şimdilerde bakıyorum da, lise mezunları bizim o zamanki ilkokul beşe gidenler kadar bir şey bilmiyorlar. Oyuncaklarımızı kendimiz yapardık. Kışın sac soba üstünde pişen kestane mutluluğumuz olurdu. Buz dolabı ney bilmezdik. Tel dolap neyimize yetmezdi? Ama kan kırmızı karpuz yerdik. Meyveler “ben meyveyim” diye kokardı ağa, domates bile esans gibiydi biliyon mu? Konu komşu her gün birbiri ile hâl hatır ederdi. İki elimiz kanda olsa, yardıma muhtaç birisinin yardımına koşardık. Şimdi nerdeee? Siyâset desen bu kadar rezil değildi. Yoksulduk ama onurumuz vardı.
İşte bu avare şarkısı bana o günleri hatırlatır. Kaybettiklerimi hatırlatır. Bir daha geriye gelmeyecek o güzel günleri, o güzel insanları hatırlatır. İşte bu sebepten dinlemek istemem, çünkü hüzünlenirim.
– Nûri kardeş be, bak o güzel günleri yaşamışız, ne mutlu bize. Avare’nin sana bunları hatırlattığı için üzülmemelisin, aksine sevinmelisin.
– Doğru diyon gardaş. Lan İhsan, hele şu kaseti başa sar bakıyım tosunum. Dinleyek lan Avareyi sabaha gadar, dinleyek anasını arvadını…
“Avara mu nıııı nınınınn, avara mu nıııı nınınınn, ya gardiş mehu asmannn katara huuuu…”
Her ikimizin de gözyaşları rakı bardaklarımıza damlıyordu “şerefe” den sonra almakta olduğumuz ilk yudumlarda… Kaybettiğimiz çocukluğumuza, gençliğimize ağlıyorduk besbelli…
14 Temmuz 2019