CİYOK CİYOK

Boyu tezgâha yetmediği için ayak parmakları üzerinde yükselen küçük Hanifi, parmağı ile işaret ederek,
– Hoondan, hoondan bi de bundan diye isteğini belirtti.
Ciyok ciyokçu Abuzer kaşlarını kaldırdı,
– Yoook, beş kuruşa anca birinden veririm, üçü birden olmaz dedi.
– İki olur mu? diye sordu Hanifi.
– Neyse, hadi ver beş kuruşu, bu defalık ikisinden vereyim, neli istiyorsun?
– Gırmızıdan bi de yeşilden.

Diğer şehirlerde (ve belki Adana’nın bile diğer mahallelerinde) “mâcun şekeri” olarak bilinen çubuğa sarılı mâcun bizim mahallede “Ciyok ciyok” diye bilinirdi. İlk okul yıllarımızdı. Hemen hemen her gün mahalleye gelen Abuzer isimli bir ciyok ciyokçumuz vardı. Birkaç yıl önce mahalleye ilk geldiğinde yüzüne bakmış ve korkudan dört bir yana kaçışmıştık. Adamın suratını görüp ürpermemek elde değildi ki! Yüzünün sol yarısı, korku maskesi takmışçasına, çopur çopurdu. Sol göz kapağı ve burnunun yarısı neredeyse hiç yoktu! Oradan buradan sarkan birkaç saç teli de kıpkırmızı bir kafa derisi üzerinde sallanıp dururdu. O kadar korkunç bir görünümü vardı ki, küçük çocuğunu terbiye etmek için anneler “bak yaramazlık yaparsan seni ciyok ciyokçuya veririm haaa” bile derlerdi. Yani “ciyok ciyokçu Abuzer” korkutma objesi olarak “Polis Amca”nın bile önüne geçmişti!
Zamanla alıştık. Önce bir iki çocuk, derken hepimiz onun müşterisi olduk sonunda. Görüntüsünün aksine, hiç de korkulacak bir kişi değildi ve oldukça da gençti. Hafif olsun ve kolay taşınabilsin diye olsa gerek, bir kasnağa çakılmış üç ayaktan oluşan tezgâhı vardı. Her birisi ayrı bir renk olan mâcunlarını, tezgâhının üstüne oturttuğu beş üçgen bölmeye ayrılmış bir tepside sergilerdi. Her gözde ayrı bir renkte (ve güyâ ayrı ayrı aromalı) mâcun vardı. Turuncusu portakallı, bordosu vişneli, yeşili nâneli gibi. Aslında hepsinin tat ve aroması aynıydı, zira renkler meyvelerden değil gıda boyalarından geliyordu. Bunu fark etmiş olmamıza rağmen yine de birkaç renkten mâcun almak hoşumuza gidiyordu. Çubuklar ise bir karış boyunda kesilerek dilinmiş kargı kamışlarından ibaretti. Abuzer bir çubuk alır önce bir mâcuna daldırır sonra onu çevire çevire ve sündüre sündüre çubuğa sarar, makas benzeri bir âletle keser, daha sonra diğer mâcuna geçerdi. Çubuktaki damar damar renkli mâcun o kadar çok hoşumuza giderdi ki; yerken kesinlikle ısırmaz, sadece yalardık ve hiç bitmesin isterdik.
Ciyok ciyok ismi nereden çıkmıştı bilmiyorduk ve bütün dünya bu şekerleme için aynı ismi kullanıyor sanıyorduk. Nice sonra öğrendik ki adam kendine göre nağmenledirerek “çok çok” diye bağırmaktaymış. E, ne yapalım, bir gün bile “mâcuncu geldi” dememişti ki!
Bir gün top oynamaktan yorulmuş, bir ağaç gölgesinde oturuyoruz. Taa uzaktan ciyok ciyokçunun sesini duyduk.
– Ciyok ciyok alak mı lan? dedi Lık Lık Mahir.
– Paramız çıkışmaz dedi birisi.
– Kimde ne varsa versin, hiç olmazsa beşer kuruşluk alırız dedi diğeri.
Aramıza yeni katılan Urfalı Zâkir (o zamanlar Urfa henüz “Şanlı” değildi).
– Ben pereynen almam lo, gendim yaparam, dedi.
– Hastir lan kırro, dedi kankardeşim Diyarbakırlı Salih, yap da görek!
O sıralar kendi başımıza iş yapmaya kalkıştığımızda başımızdan geçen bir gazocağı yangını nedeniyle, böyle bir şeye tekrar kalkışmayı aklımızın ucundan bile geçiremezdik. Biz macun almak için paraları denklerken Zâkir kalktı evlerine doğru yürüdü
– Haydin lan, dedi Mâhir, gidek şu hırboyu seyredek, bakalım nası mâcun yapacak.
Zâkir’in evine doğru yürüdük. Gerçekten bahçelerindeki tahta masaya gaz ocağını koymuş, üstüne bir tencere yerleştirmiş ve şeker torbasının ağzını açmakla meşguldu. Bizi bahçe kapsında görünce;
– Seyredin de örgenin, dedi, bilgiç bir eda ile.
– Niye, sen nereden öğrendin lan Urfa bebesi? diye gülerek sordu birimiz.
– Anamdan! Gadınlar gıl yolmak için yaparlar bunu, bilmiyon mu?
Gaz ocağını gerçekten ustalıkla yaktı ve yarım kilo kadar toz şekeri tencereye boca etti. Eve sonradan ek olarak yapılmış mutfaktan uzun saplı bir tahta kaşık aldı, geldi ve şekeri karıştırmaya başladı. Merakla izliyorduk.
– Boyam yohtur, bir daha sefere boyalı yapam da göresiz! diye bize taraf havalı bir nazar attı.
Biraz sonra tencereden kapkara dumanlar çıkmaya başladı. Tencereyi ocaktan yere indirdi, kaşıkla hızlı hızlı karıştırdı ama nafile. Kaşık tencereye yapıştı ve…sonuça her şey kapkara! Ocağı söndürdü, tencereyi bahçeki içi su dolu curuna (musluk önündeki küçük havuz) attı ve,
– Ne oldi annamamişem lo, anam gomşudan gelmeden gaçah gidah, dedi ve kapıdan çıkıp bizden önce dut ağacının altına attı kendini.
– Ne oldu lan tırrık? Hani mâcun?
– Malamat etmen lo beni. Gördiyiz işte, denemişem olmamiştir.
– Allah beleyi vermeye Zakiiiyyrr bu ne haldır? diye bağıran annesinin sesini duymamız için çok beklememiz gerekmedi! “Agşem babay eve gele, görisen ne oli!’” Başka ne olacaktı ki? Zâkiri güzel bir sopa bekliyordu tabi!
Akşama kadar konuşma ve gülüşme konumuz bu olay oldu. Ertesi gün yine aynı saatlerde ciyok ciyoçunun sesini duyduk. Bu sefer biraz hazırlıklıydık ve onar kuruşluk üç renk yaptıracaktık çubukları. Daha ilk siparişi vermeden, ailesi mahalleye yeni taşındığı için sonradan bize katılmış olan, kibar ve medenî cesareti bizden fazla seviyedeki arkadaşımız Bursalı Melih, (Zâkir olayının nedenini anlamak için olsa gerek);
– Amca, bu ciyok ciyok nasıl yapılır? diye sordu.
– Niye sordun ki? Siz de mi yapacaksınız?
– Yok da, öğrenmek istedik.
– İsterseniz yapın çocuklar, bakın size anlatayım;
Dört bardak toz şekeri tencereye dökün. İçine iki limon sıkın. Bir bardak kadar da su ilâve edin. Sonra şekeri hamur gibi olana kadar karıştırın. Soğuyunca mâcun olur, bu kadar kolay! Yalnıızz, dedi, yanınızda bir büyük olmadan sakın gaz ocağına yanaşmayın!
Demek işin sırrı limon suyuydu! Adam “meslek sırrı” diye bahane etmeden bize gerçeği söylemişti. Ne güzel adamdı be bu “ciyok ciyokçu Abuzer”! Adamın sohbetinden cesaret almış olmalı ki, hiç birimizin soramadığı soruyu sordu Melih;
– Amca senin yüzün neden böyle? Abuzer hiçbir zaman bir ifade oluşmayan yüzünün sol tarafını bizden yöne çevirdi, biraz bekledi ve;
– Sizler kadarken, üzerinde kaynar su tenceresi olan ve ateşi zayıflayan gaz ocağını pompalamaya kalkıştım. Ocak ve tencere mutfak tezgâhının üstündeydi, yani benden yüksekteydi. Amacım anneme yardımcı olmak ve “bak ben de işe yarıyorum” diye övünmekti. Neyi yanlış yaptım? Hiç bilmiyorum. Gözümün birisini açtığımda hastanede acı içinde kıvranıyordum.
Hepsi bir yana da, bir tek şeye çok üzüldüm; beni çürüğe çıkartıp askere almadılar!
Neyse, boşverin bunları. Paranız var mı bugün? Hep bir ağızdan “vaaarrr”!
diye bağırıp elerimizi ceplerimize attık! Güldü;
– Bugün para istemez. Hepinize, hem de her renkten verecem!
Ruh güzelliğinin fiziki güzelliğe karşı aldığı ilk gâlibiyete o gün şahit olmuştuk.
Büyük ve “güzel” adam Ciyok ciyokçu Abuzer! Öldüysen tanrıdan rahmet, ve hâlâ yaşıyorsan, kaynar sulardan uzak , sağlıklı bir ömür diliyorum.
Adil Karcı – 17.09.2019